29 Ekim 2024 Salı

Hayvanlar

Bu dünyanın süsü çiçekler, ağaçlar, ırmaklar, kuşlardır. Arılar, kelebekler, sincaplardır. Buranın en masum, en temiz kalpleri koyunlar, kuzular, atlar, oğlaklar, ceylanlardır. Neşedir tilki, neşedir tavşan, kirpi... Onların her biri bir yaşam, bir bilinç, bir bireydir. Ve onların hiç biri bizden kıymetsiz değildir.  Onların her biri Rahman ve Rahim olan Allah’ın kullarıdır. Candır.  Azizdir.

 

       Yeryüzünde debelenen, gökyüzünde uçan, hiçbir kuş, hiçbir hayvan; istisna olmaksızın her biri sizin gibi birer ümmettir. (En’am)

 

Dünya insanlarının büyük çoğunluğunun hayvanat alemine karşı duyarlılığı yok. Az bir kesim onların yaşam mücadelesi ve kulluğunun farkında.  Az bir kesim onları koruyup kollamaya, elinden geldiğince yardımcı olmaya gayret içerisinde... Diğerleri görmüyor onları.  Duymuyor. Ne susuzlukları umurlarında, ne açlıkları. Bu da yetmez gibi bir de şikayetçiler. İstemiyorlar. Ölsün, yok olsunlar diliyorlar. Ah insanlar ah. Çok isterdim hayvanı kendinden aşağı bilenlerin yeniden doğduğunda hayvan olmasını.  Onları anlamasını. Onları bilmesini.  Rablerinin kendilerine verdiği kulluk görevini yerine getirmekten başka bir amaçları olmadıklarını. Rablerini andıklarını ve Rablerini bir tek ilah olan Allah bildiklerini. Bunu anlamalarını isterdim ki; o aşağı gördükleri canlardan ne kadar aşağı olduklarını bilsinler. İdrak etsinler; mesele in olmak, cin olmak ya da melek olmak değildir.  Mesele Rabbe hakkıyla kul olabilmektir...

 

·       Rabbin, balarısına şöyle vahyetti: "Dağlardan evler edin, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan da... Sonra, meyvelerin her türünden ye de boyun bükerek Rabbinin yollarına koyul." (Nahl)

 

Rabbine arılar kadar kul olmayı başarabilmiş birini gösterin bana? “Benim” diyen var mı? Ama o böcek, sen insansın ve böylece sen üstünsün öyle mi? Ah insanlar ah...

 

İblis neden nankör oldu ve kovuldu? Olayın en başını hatırlayan var mı? “Ben dedi insandan üstünüm. Ben cinim. O ise basit bir insan!”

 

Haydi kendine güvenen desin ki: Ben insanım, üstünüm! Şu ise sokaktaki basit bir köpek! Haydi durmayın ilk öğretiden nasipsizler gibi düşünün...

 

İnsan onurlu ve şerefli bir varlıktır.  Amma velakin kulluğunun bilincinde olan insan öyledir. Hayvanı, ağacı, çiçeği, böceği kendi gibi kul bilen öyledir. Kediyi köpeği zehirleyen değil. Küçücük masum kuzuyu kesip satan, yiyen değil.  Istakozu kaynar su da haşlayan, yiyeceğim diye haşlatan değil. Dağdaki tavşanı vuran, geyiğe, ceylana kurşun sıkan değil. 

 

Hiçbir hayvan özgürlüğünden mahrum bırakılamaz! Hiçbir hayvan eziyete, zulme uğratılamaz! Hiçbir hayvan insana oyun ve eğlence yapılamaz.  Kim bunları yaparsa, bu zulme göz yumar ve ortak olursa; Rahman ve Rahim olan Allah’a şikayetimdir. Dilerim yaşattığı zulmü yaşayarak öğrenir.

 

Sevin hayvanları. Hoş görün. Yardım edin. Dağlara su taşıyın. Aş götürün. Kuşlara yem atın. Okşayıp sevin kediyi, köpeği. Kalbinizi besleyin, öldürün nefsinizi, egonuzu. Çocuklara anlatın; çiçekler koparılıp atılmaz. Karıncalar ezilmez. Hayvanlar taşlanmaz. Büyüklere söyleyin; koyun, keçi, deve keserek kurban olmaz. Bu seni Allah’a yaklaştırmaz. Bununla bayram edilmez. Böyle İslam olunmaz! Saygı duyarsan keçiye,  ineğe, ata, eşeğe, şükredersen Rabbine onları size verdi diye; işte bu kurban olur. Bu Rabbe ulaşır... Bu Rabbe yaklaştırır! Ve gönlünüzdeki dilekler işte o vakit yerine getirilir... Bakın size bir sır vereyim. Okuyup geçer herkes o ayeti de; farkına varmaz kimsecikler.

 

      Hayvanlarda sizin için daha nice faydalar vardır. Onları binek yaparak (sorumluluklarını alarak) gönüllerinizdeki arzuya ulaşırsınız. Hem onlar üzerinde hem gemiler üzerinde taşınırsınız. (Mü’min)

 

Diğer bir konu; genetiği değiştirilmiş hayvan üretmek ve ticaretini yapmak şeytan işidir. Özel üretim bu canlılardan kim alır ve bu ticarete pay sağlar ise; büyük bir zulme ortak olur. Bu kimseler hayvan sever değil; egoist birer canidir. İlahi kitabın aşağıdaki ayeti; yüzlerce sene öncesinden bugüne hem bir ihtar hem bir mucizedir. Kur’an insan yazması bir kitaptır sanan cahiller iyi okumalı. Herhalde 600’lü yıllarda genetik kodlama yoktu.

 

         "Yemin olsun, onları saptıracağım, onları kuruntulara mutlaka iteceğim. Onlara mutlaka emir vereceğim de davarların kulaklarını yaracaklar; onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı yandaş edinirse açık bir hüsrana kesinlikle yuvarlanmış olacaktır. (Nisa)

 

Konuyla alakalı son bir husus; ne yazık ki sokakta ölmüş bir hayvanın cesedi çöp konteynerlarına atılıyor. İşin temizlik sağlık yönünde değilim. Kalpleri pis olmuş toplumun sokakları temiz olsa ne fayda. Ben Allah’ın kullarının cesetlerine yapılan saygısızlığa yanıyorum. İlahi kitapta bir karga dahi ölmüş bir karganın cesedini toprağa gömerken o kitaba inandığını söyleyen insanların kedi köpek cesetlerini saygısızca bir çöp gibi konteynerlara atıyor olmasına hazmedemiyorum. Yaşarken hayatına saygı göstermeyen insanlardan cesede saygı göstermesini beklemek de benim aptallığım. Ama bilin ki bu büyük günahtır. Evvela Rabbe saygısızlıktır. O’nun yaratıp can verdiği kullar öldüklerinde çöp muamelesi göremez, görmemeli... Temiz bir toprağa gömmek bu kadar zor olmamalı.  İnsanı insan yapan değerleri bilmedikten sonra sanırım her şey zor...

27 Ekim 2024 Pazar

Gazze halkı

Allah onlara rahmet etsin. Onlardan razı olsun. Mutluluk ve huzurdan uzak, zulüm altında bir toplum Gazze halkı... Muhakkak her toplum acı çekmiştir. Fakat o acılar bir yerde son bulmuştur. Filistin topraklarında doğmuş olmak ölene kadar acıyı ve zulmü kabullenmek gibi bir şey olmuş. Hele son yıllar tüm dünyanın şahit olduğu yaşadıkları zulüm; başlı başına bir sabır ve teslimiyet örneği.  

 

Son yüzyıldır çok savaş ve terör şahidi olduk. Çok insana zulmedildi. Çok insan öldürüldü. Ailesinden, vatanından uzağa sürüldü.  Çok acılar yaşandı. Tüm bunların doruk noktası oldu Gazze. Orada yaşanan zulüm; tüm halklar için aynı zamanda  vicdan, merhamet ve de adalet imtihanıydı. Kimileri bu olayla dirilirken, kimileri ruhunu öldürdü.

 

Gazze halkını çok düşündüm. O sabrı ve teslimiyeti neye borçlu olduklarını anlamaya çalıştım. Mesele inanç meselesi değil. Diğer Arap toplumlar ya da Türkler, Kürtler, diğer Müslüman halklar da inançlı.  Elbette inanmak var; inanmak var. Fakat o zaman Gazze halkını bu denli inançlı kılan ne? Çok düşündüm bunları... İşin içinden çıktığım söylenemez. Firavun devrinde türlü işkencelere uğrayan İsrail soyunun sabrı ve teslimiyetiyle benzer bir durum. Ve sanırım soy aynı soy. Onlar pek Ademoğluna benzemiyor. İsrail’in soyu ama inkarcı gruptan değil.  Bizans’ı reddetmiş. Osmanlı ile birlik olmuş grubu. Hakikatten yana ve adil olanları. Mazlumları kısacası. Kibre sapıp İblis ile el birliği yapanları değil. Şimdi aşağıdaki ayette İsrail oğullarına neden o cümlelerin kurulduğunu daha iyi anlıyorum. Bugün dünyayı kirli bir düzen ile yöneten aramızdaki cin soyu; kendi soydaşları olan fakat adaletten yana olan mazlum İsrail oğullarını yani Gazze halkını; davası uğruna yok ediyor. Bunu da Yahudiler üzerinden icra etmesi ayrı bir şeytanlık. 

 

·       Bütün bunlardan sonra siz şu kimselersiniz: Birbirinizi öldürüyorsunuz. İçinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onlar aleyhine kötülük ve düşmanlık hususunda dayanışmaya giriyorsunuz. Esasında onları yurtlarından çıkarmak size haram edildiği halde, esir olarak size geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz. (Bakara)

 

Rahmet diliyorum mazlumlara. Zalimin zulmüne uğrayan tüm masumlara rahmet olsun.  O çocuklar, bebekler, kadınlar ve erkekler; şimdi şuan bambaşka bir gezegen üzerinde dipdiri. Rablerinin kendilerine nasip ettiği nimetlerle rızıklanıyorlar. Allah’ın selamı, dini inancı fark etmeksizin; zulme uğrayan şahitlerle olsun. Bitecek bu zulüm. Az kaldı. 

4 kuş

İbrahim nebi Rabbine bir sualde bulunur. “Ölüler nasıl dirilir” der… Ve ardından cevap gelir. Dikkatle okuyalım lütfen;

 

·       Hani, İbrahim şöyle yakarmıştı: "Rabbim, göster bana, nasıl diriltiyorsun ölüleri?" "İnanmadın mı?" diye sordu. "İnandım, dedi, ancak kalbimin tatmin olması için" Allah dedi ki: "Kuşlardan dört tane al, onları kendine ısındırıp alıştır. Sonra her dağın üstüne onlardan bir parça koy. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

 

Şimdi akıl ve kalp ile düşünelim dostlar. İbrahim peygamber ölülerin nasıl diriltildiğini soruyor. Ve kendisine bir takım açıklamalar yapılıyor. Bu soru ve cevap; fiziksel bir ölümü ve dirilmeyi ifade ediyor olabilir mi? Önce bunun üzerinde duralım! 

 

Eğer İbrahim peygamberin kastettiği fiziksel ölüm ve dirilmeyi ifade ediyor olsaydı; olaylar İbrahim’in gözü önünde cereyan etmez miydi? Ölmüş olanın nasıl diriltileceği sorusunun cevabını vermek için; herhangi bir ölünün diriltilmesi yetmez miydi? Yani düşünsenize; İbrahim’siniz ve Rabbinize ölüleri nasıl dirilttiğini soruyorsunuz. O da size 4 tane kuş al besle sonra bunların her bir parçasını bir dağa dağıt ve sonra çağır vs diye cevap veriliyor? Hâlihazırda bir mezarlık falan yok muymuş? Ölmüş bir insanın diriltilmesi ya da bir hayvanın diriltilmesi mümkün değil miymiş ki; İbrahim ölünün nasıl dirildiğini görmek için 4 kuş beslemek zorunda kalmış? Her parçasını bir dağa dağıtmış falan? Direkt yerde ölmüş böcek, çiçek, canlıyken cansız olmuş bir varlık; diriltilemez miydi? Hiç düşünüp sorguladınız mı? Vaktiniz çok…

 

Yukarıdaki ayetlerde gözden kaçmaması gereken bir detay vereyim size! Ve aslında cevabı açıklayan en önemli yer burasıdır. Anlaşılacağı üzere İbrahim’in kast ettiği fiziksel manada ölmüş bir varlığın yeniden diriliş süreci değildir. Ki böyle olsaydı cevap daha kolay ve basit şekilde verilir ve gösterilirdi. Lakin bakıyoruz bu işin içinde başka bir iş var. Zaten ölmüş kuş bile İbrahim’in gözü önünde dirilmiyor. Kuşa ait parçalar dağlardaydı. İbrahim çağırınca geldiler. Yani bu diriltilme işi İbrahim’in gözü önünde de cereyan etmedi. Bütün bunları düşününce ben bahsi geçen dirilme olayının fiziksel ölünün diriltilmesi olarak düşünmüyorum. Alakası bile yok… Bu işin ardında başka bir hikmet var. Gelelim o hikmeti yakalamamıza vesile olabilecek detaya;

 

Dikkat ettiniz mi bilmem ama yeniden canlanan kuş; uçarak değil; koşarak geliyor! Öyle buyrulmuş ayette: Onları çağırdığında sana “koşarak” gelecekler denilmiş. Oysa gömülen şey kuş idi. Haliyle yeniden dirildiğinde İbrahim’in yanına "uçarak" gelmesi beklenirdi? Yanlış mı düşünüyorum?  Ayetin orijinal Arapçasında kullanılan kelime "sea'yen" ifadesidir ki sözlük anlamı ve Arap dilinde kullanımı "koşmak" fiilini karşımıza koymaktadır. Elbette Kur'an kelimeyi bu şekilde kullanmışsa rastgele olamaz. Bu kitaba haksızlık ve cahilce bir düşünce olur. 

 

Ezcümle; Kuran'ın hikmetlerle bezediği müjdenin özü;

 

Bir çift Güvercin / Kumru beslersiniz. Neden Güvercin / Kumru diye sorarsanız; özgürlüğü kısıtlanmış kafes kuşlarının kastedildiğini düşünmüyorum. Bir Kanarya, Papağan, Saka, Muhabbet kuşu olamaz bu! Zira Allah kuşları kafes içerisine hapsedip besliyor olmamızdan hoşnut olmaz. Bu nedenle güvercin/kumru ailesinden olduğuna inanıyorum. Ayrıca ister iki tane olsun, ister üç, ister dört… Ayette direkt dört tane denilmesinin sebebi; işi hikmetle gizlemekten ibarettir. Aksi halde tek bir kuş örneği üzerinden de bu diriltilme hadisesi pekâlâ anlatılabilirdi.

 

Beslediğiniz, kendisiyle ilgilenip tefekkür ettiğiniz kumru veya güvercinlerden birisi, gün gelip öldüğü vakit; onu temiz bir toprağa gömersiniz. İster götürüp bir dağa gömün, ister bir tepeye, ormana, ister bir vadiye… İster evinizin bahçesine… İşin burası da sonuç üzerinde etken değildir. Tıpkı “dört kuş” örneğinde olduğu gibi meseleyi hikmetle bezemek için “dağ” lafzı kullanılmıştır. Önemli olan temiz bir toprağa cesedi gömmektir. Yazmaya lüzum var mı bilmiyorum ama beslenilen kuşa gerektiği gibi iyi bakmak şarttır. Onu incitmeden, nezaketle beslemelisiniz. İşin ticaretini yapanlar konuya dâhil değildir. Aslolan vicdandır, merhamettir...

 

Peki, sonra ne olacak? Elbette ayette vurgulandığı üzere o kuş hayatınıza koşarak gelecektir. Tırnak içerisinde yazıyorum; "koşarak gelecektir." Artık yeni bir beden ve kimliğe bürünmüş, hayatınızda yardımcı bir dost, bir melaike, bir Hızır misali görev alacaktır. Ve bu sizin ruhsal manada dirilmenize, ayağa kalkmanıza, böylelikle Rabbiniz olan Allah’a hamd ve secde etmenize vesile olacaktır. Ölüyken dirilecek olan sizsiniz. Onun ölümü sizi diriltecek olan şeydir. 

 

Bir zamanlar büyütüp beslediğiniz, koruyup kolladığınız kısacası sorumluluğunu üzerinize aldığınız o güvercin; gün gelince hayatınıza yeniden girer. Bu defa kuş bedeniyle değil; Rabbinin ona verdiği yeni bir yaşam formuyla, insan bedeniyle yanınızda olacaktır. Lambadan çıkan cin misali; Allah'ın izniyle sıkıntılarınızı çözecek, her daim yanınızda koruyup kollayanınız olacaktır.  

 

Bu arada konu kuşlar (Kumrular) olunca bir şeyi daha bilmek gerekir. Kur'an onca hayvanat türü arasında sadece kuşları insan ruhu ile eşitlemiştir. Bu eşitleme "kuşlarla birlikte zikretme" örneği verilerek yapılmıştır.

99 koyun

Adalet öğretilerinden bir örnek;

 

·       Geldi mi sana, o çekişme hikâyesinin haberi? Hani, o hasımlar, duvarı aşarak mihraba ulaşmışlardı. Davûd’un yanına girmişlerdi de onlardan korkmuştu. "Korkma!" dediler, "biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkını çiğnedi. Şimdi sen, aramızda hak ile hükmet, adaletsizlik etme. Bizi yolun denge noktasına ilet! Şu benim kardeşimdir. Kendisinin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen, onu da bana ver dedi ve tartışmada bana galip geldi.

 

·       Davûd dedi ki: "Vallahi, senin bir tek koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulmetmiş. Zaten ortaklardan birçoğu birbiri aleyhine haksızlık ve zulme sapar. İman edip hakka ve barışa yönelik işler yapanlar böyle değildir. Ama onlar da pek azdır." Davûd, kendisini imtihan ettiğimizi düşündü; hemen Rabbinden af diledi; rükû ederek yerlere eğildi ve Allah’a yöneldi. (Sad)

 

İnternetteki tüm tefsirleri okudum diyebilirim. Hikâyede Davud'un tövbe etmesini; kardeşler arasındaki verdiği yanlış karara bağlayan tek bir kişi yok! Zira yanlış karar verdiğini düşünen kimseler olmamış! Koca koca Profesörler,  bilmem hangi tarikatların şeyhleri neler yazmış okuyun. Kimi demiş ki Davud o an geçmişteki yanlış bir hükmünü hatırladı, kimi demiş ki bir günahı aklına geldi de ondan tövbe etti... Yani kimse verilen hükmün yanlış olduğunun farkında değil. Oysa bu hüküm; adaletten yoksun bir hüküm… Davud’un af dilemesi de; bu yanlış hükmünden dolayı…

 

Bahsi geçen kardeşler; aralarındaki sorunu anlatırken birisi diyor ki: Benim bir tanecik koyunum var. Onun ise 99 tane koyunu var. Buna rağmen bendeki tek koyunumu da almak istiyor" Ve ayrıntı olarak “Aramızda konuyu tartıştık ve o üstün geldi” diye de belirtiyor. Ki burası çok önemli... Davud ise “Ant olsun ortaklar zaten birbirine haksızlık yapar, o sana haksızlık etmiş, koyunu senden istememeliydi” şeklinde peşin bir hüküm veriyor. Ve ardından yaptığı hatanın farkına varıyor… Af diliyor.

 

Hata nerede?

 

Adam; 99 koyun sahibi olmak veya zenginliği sebebiyle suçlu sayılabilir mi? Ama suçlu olduğunu düşündünüz. Tek bir koyunu olmak ya da fakir olmak kişiyi haklı edebilir mi? Ama haklı olduğunu düşündünüz. Neden 99 koyunu olan adam haksız olsun? Zorbalıkla mı almak istemiş? Koyunları çalıp hırsızlık yaparken mi yakalanmış? Amacı neymiş? Niyeti ne? Belki diğer kardeş koyununa iyi bakamıyor. Şartları uygun değil. Hem o koyunun tek başına yaşamasındansa sürüyle birlikte olması koyun açısından daha iyi değil mi? Neden o can tek başına yaşamak zorunda kalsın? Adam türlü niyetlerle koyunu istiyor olabilir?  Neden haksızlık yapmış olsun? Kimse bunu sorgulamaz mı? Görünen ile amel edilmeyeceğini; niyetlerin her daim başka olabileceğini bilmez miyiz? Adalet görünenle mi hâsıldır? Yoksa niyet midir esas olan? 

 

Bizler görüntüden, şekli şemailden yola çıkarak etrafımızdaki olayları değerlendirebiliyoruz. Hatta sadece duyumlar üzerinden bile hüküm verebiliyoruz. Tüm bunlar aldatıcı olabilir.  Bu hataya düşmemek adına ölçü ve tartıyı sağlam tutmalı, olay ve kişileri değerlendirirken madalyonun öteki yüzünü de görmeye çalışmalıyız. Ve karar için muhakkak Allah'tan adaletin ilhamını istemeliyiz. Aksi halde adaletsiz her hükmümüz kendi kalemimizi kırmak olacaktır…

Selam vermek

“Selam” sözcüğünü birçokları sevmez, benimsemez. Bunun yerine “Merhaba” demeyi tercih ederler.  Bunun birçok sebebi olmakla birlikte; yıllardır sürdürüle gelen Arap toplumuna karşı düşmanlık ve haliyle Arapça bir kelime kullanmayı tercih etmemek en çok rastlanan etkenler arasındadır. Tabi burada kaçırılan yer; “Merhaba” sözcüğünün Arapça olduğudur. “Selam” ise İbrahim nebi ve diğer öncekiler tarafından da kullanılmıştır.

 

Hatırlarsanız İbrahim nebi Anadolu topraklarından sonra ıssız ve kurak topraklara varıp; oğlu İsmail’i oraya yerleştirmiş ve bir milletin oluşumunu başlatmıştı. Yani Arap toplumundan önce de var olan bir kelimedir selam sözcüğü... Marslılar da “selam” der, Jüpiterli, Neptünlü Cinler de... Güneş sistemini geçtim; meleklerin ve cennet gezegenlerindeki halkların da sözcüğüdür; selam...

 

·       Ne boş bir laf işitirler orada ne de günaha sokacak bir şey. Sadece “selam, selam” denir. (Vakia)

 

Sözü açılmışken; yanlış bir inanış hakim. Sanılıyor ki cennette Arapça konuşulacak. Bu bilgi uydurulmuş bir hurafedir. İlahi kitap bize böyle bir şeyden bahsetmiyor. Dünyada yaşarken kullandığımız diller olmayacaktır orada. Yeni bir beden, yeni bir kimlik, yeni bir gezegen ve doğa olacakken; aramızda anlaştığımız diller de yeni olacaktır.

 

"Selam" demek emniyet, huzur, esenlik demektir. Selam vermek karşınızdaki insana güzellikler, hayırlar dilemektir. "Selam"; Allah’ın esmasıdır. O’nun verdiği büyük bir lütuftur. Zira selamlaşmak hem Allah’ın anılmasına vesile olmuş olur. Hem bireylerin emniyet ve huzur içerisinde yaşayabilmesine… Selam sözcüğünü ne “Merhaba” ile mukayese edebiliriz. Ne “Hello” ile ne “Privet” sözcükleriyle… Bunların hepsi sıradan bir merhabadan öteye gidemez. Oysa “Selam” bambaşkadır.

 

·       Sana geldiklerinde, seni Allah'ın selamlamadığı biçimde selamlıyorlar. Kendi içlerinde ise şöyle diyorlar: "Söylediğimiz şey yüzünden Allah bize azap etse ya!" (Mücadele)

 

İlahi kitapta “selam” konusuna sıklıkla dikkat çekilir. Örneğin konuk olduğunuz eve girerken muhakkak selam verilmesi gerektiğini söyler.

 

·       Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahipleriyle kaynaşıp izin almadan, bir de ev sakinlerine selam vermeden girmeyin! Düşünüp taşınmanızı sağlamada bu sizin için daha hayırlıdır. (Nur)

 

Bir başka örnek verecek okursak;

 

·       Bir selam ile selamlandığınızda, onun daha güzeliyle yahut aynısıyla karşılık verin. Hiç kuşkusuz Allah Hasîb'dir, her şeyi güzelce hesaplamaktadır. (Nisa)

 

Büyük sırlar var “selam” sözcüğünde...

 

·       Evlere girdiğinizde, Allah katından bir esenlik, bir bereketlilik, bir temizlik dileği olarak kendinize de selam verin.

 

Görüldüğü üzere “Selam” sadece başkalarıyla karşılaştığımızda söylenen bir kelime değildir. Kendimize dahi bir esenlik, bereket ve temizlik dileği olarak verilmeli, söylenmelidir. Demek oluyor ki Selam vermek gerçekten büyük bir dua, büyük bir rahmet kapısıdır. “Aranızda selamı yaygınlaştırın” buyurmuş âlemler nebisi… O halde aramızda selamı yaygınlaştıralım… Sadece tanışlarımıza değil; tanımadığımız insanlara da “Selam” diyelim. Onlara iyilik ve huzur dileğinde bulunalım. Akşama kadar kimleri görürsek daima hayırla yâd edelim. “Selam sana” diyerek Allah’ı hatırlatalım. Hem böylesine toplumlara gaflet uykusu kolay kolay çökmez. İnsanları hep diri / uyanık kalır. Akıl ve kalpler temiz olur. Bir selam vermekten ne olacak demeyin. Bilsek ki ne büyük bir kelime dilden düşmez. Çiçeğe selam deriz, böceğe selam deriz… İşte o vakit dünya bir başka olur.


Mehmet Çobanoğlu 

 

8 Ağustos 2024 Perşembe

Tanrı ve Allah

 “Tanrı” ve “Allah” kelimeleri her ne kadar aynı şeyi açıklar diye düşünülse de; ifade ettiği anlam bakımından birbirinden olabildiğine farklıdır. Bırakın farklılığı aynı kategoride değerlendirilemez bile! Zira biri yaratılanı açıklar. Diğeri yaratanı...


Öncelikle Tanrı kavramını ele almalıyız. Tanrıdan kasıt Allah olamaz. Nitekim Allahlar yoktur. Ama Tanrılar vardır... Öte yandan Tanrı erildir ve bir de dişil Tanrıçalar vardır. Oysa Allah bunlardan beridir. Tektir ve dengi, benzeri olmayandır. Tanrılar doğar ve ölebilir. Allah ise ilktir, sondur. Doğmamış, doğrulmamıştır.


Tanrı veya Tengri kelimelerini  de doğru anlamak gerekir. Mitolojik çağlarda veya Orta Dünya olarak değerlendirebileceğimiz dönemlerde dış dünyalardan gezegenimize gelip giden kimseler Tanrı olarak değerlendirilmiştir. İnsandan farklı beden ve yetiler sahibi bu ziyaretçiler; icabında Jüpiterden Zeus olmuş, icabında Venüsten Afrodit, Satürnden Kronos vs... Velhasıl öte âlemlerden dünyamıza gelip gidenler Tanrılar olarak isimlendirilmiştir. Mistik çağlara göre yakın diyebileceğimiz İsa Mesih döneminde de böyle olmuş. Hem Cebrail, hem İsa; Tanrı ve Tanrı oğlu olarak anılmıştır. Lakin onlar da yaratılanlardır. Oysa Allah; yaratıcıyı ifade eder. Allah tektir. Birdir! 


Şunu da eklemek isterim ki; "Allah" kelimesi Arapçaya ait bir kelime değildir. Hiçbir dile ait değil.  Dünya ötesi diğer âlemlerde de O; "ALLAH" lafzıyla anılır... Tüm yaratılmışın diliyle O Allah'tır... 


Selam ile kalın

Mehmet Çobanoğlu


1 Kasım 2023 Çarşamba

Şeytanlar

“Şeytan” kavramıyla alakalı birçok başlıkta açıklamalarım olmuştu. Lakin tek bir başlık altında “İblis” meselesini incelediğimiz gibi incelememiştik. Bu nedenle daha evvel değinmediğim detaylarla birlikte bu konuyu da tamamlayalım istedim… Dilerim hak ve hakikat noktasında düşündürücü ve sorgulatan bir yazı olur.

Şeytan Kavramı

Öncelikli bilmemiz gereken; “Şeytan” kelimesi; “İnsan”, “Cin”, “Hayvan” ya da “Bitki” gibi bir yaşam formunu temsil eden bir kelime değildir.  Nitekim ayette açık ifadelerle “hem cinler arasından hem de insanlar arasından şeytanlar olduğu” vurgulanmış bulunmaktadır.

İşte böyle, biz her nebiye insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar aldatmak için lafın yaldızlısını fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Bırak onları, düzdükleri iftiralarla baş başa kalsınlar. Ki ahirete inanmayanların gönülleri ona ısınsın, ondan hoşlansınlar, elde ettikleri şeylere sahip olmaya devam etsinler. (En’am)

Bu böyleyken şeytan lafzı bize bir canlı türünü değil; İnsan ve Cinler arasından bir gruba verilen unvanı ortaya koyar. Bununla birlikte bir başka yönüyle de; insanın nefsini ve kötülüğü de bu kategoriye dâhil eder.

İblis ve Şeytanlar

“İblis” ile “şeytan” aynı kişi gibi düşünülür. Evet, o da şeytan unvanını almıştır. Kovulmuş, meclisten dışarı çıkarılmıştır. Ancak “İblis” bir şahıstır. Dikkat ederseniz kitapta “İblisler” diye çoğul bir ifade yer almazken “şeytanlar” ifadesine bolca rastlarız. Hem en başta belirttiğim üzere “şeytan” bir unvandır ki insanlardan ve cinlerden bazılarına bu tabir kullanılmıştır.  

Âdem’e saygı duymayan,  onun ve soyunun yeryüzünde yönetici olmasını istemeyen, insanın ucuz ve kandırılabilir olduğunu göstermek için süre talep eden kişi İblistir. Âdem ve eşini yasak ağacın meyvesi, sonsuz eskimez bir mülk, ölümsüzlük ve çeşitli vaatlerle kandıran ise şeytandır. Kitapta 6-7 farklı bölümde anlatılan ilgili hikâyeyi incelerseniz; orijinal sözcüklerde durum böyledir. 

Ayrıca mühim ama görülmeyen bir ayrıntı; Rabbin “İblis” ile diyalogları varken; şeytan ile yoktur! Şeytan ile diyaloglar Âdem ve eşi arasında gerçekleşmiştir. Ki o onların nefsidir.

Nefs ve Şeytan

Âdem ve eşinin cennetteyken diyalog kurup vaatlerine kandığı şeytan; insanlardan ve cinlerden görevlendirilmiş birisi değil de; nefsi işaret eder. Keza ayetlerden biliyoruz ki cennette de nefs vardır. 

Orada, nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır. Ve siz orada sürekli kalacaksınız. (Zuhruf)

Cennette Âdem ve eşinin kendi nefisleri onların şeytanı olmuştu. Burada da durum aynı… Bizlerin de düşmanı öncelikle kendi nefislerimiz. Lakin o düşmanı tetikleyen, düşmanımızı bize karşı kışkırtıp; öz benliğimizin ölümünü amaçlayan başka şeytanlar da var. Ayetin bahsettiği; insanlar ve cinler arasından olan karaktersizler…

Algı oyuncusu şeytanlar

Bu kötü ve karanlık unvan sahipleri; hem Âdem neslinden insanlar, hem İsrail neslinden cinler. Ayrıca önemli bir dipnot olsun; “şeytan” unvanına sahip bu kimseler; günümüzde başka bir sözcüğün çatısı altında toplanmış durumdalar…  İlahi kitapta okumuşsunuzdur; Süleyman’ın cinlerden olan şeytanlarına “duvarcı ustaları” denilmektedir. Ve “mason” kelimesi “duvarcı ustaları” manasındadır. Kısaca mason demek; şeytan demektir.

Masonlar\şeytanlar her yerdedir. Devletlerin siyasi ve askeri kanatlarında, iş ve finans dünyasında, medyada ya da halk arasında onlara bolca rastlarız. Bağlılıklarının nereye olduğunu ve kimliklerini de muhakkak sembollerle ortaya koyarlar.  Medyadakilerin genel görevi; algı oyunudur…  Herhangi bir konuda; hak olanı batıl gösterip gizlemek ve batıl olanı hak gibi anlatıp bilinçaltlarına kodlamakla memur kılınmışlar. Öte yandan edepsiz ve ahlaksızlıklara, yanlış ve günahlara, ruhun iyi hallerinden kötü ve kirliye yönlendirmesinde büyük rol oynarlar. Nefsi harekete geçiren etkenleri kullanırlar. Görevlerini yazılı ve görsel medya aracılığı ile icra ederler. 

Bunlar aldatmak için lafın yaldızlısını fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Bırak onları, düzdükleri iftiralarla baş başa kalsınlar. Ki ahirete inanmayanların gönülleri ona ısınsın, ondan hoşlansınlar, elde ettikleri şeylere sahip olmaya devam etsinler. (En’am)

Yaldızlı, güzel sözlerle insanları kandırmaları; medya yoluyla gerçekleşir… İnsanlar da onlara inanır, onlara güvenir ve onları çok severler… Artık o saatten sonra şeytanların dilinden ne dökülürse; karşıdaki insanın bilincinde ve bilinçaltında o fikir yer edinir. Şeytanlar bir topluma istedikleri kıyafetleri giydirebilirler, istedikleri yemekleri yedirip, istedikleri içecekleri içirebilirler. Kadınlara da, erkeklere de önderlik yaparlar. Onların istediği gibi inanır, onların istediği gibi yaşarsınız. Onların sevdiğini sever, onların nefret ettiğinden sebepsiz yere siz de nefret edersiniz... Ki bunu son yirmi yıldır kalp sahibi herkes gördü…

Şu bir gerçek ki şeytanın elinde, iman edip yalnız Rablerine dayananlar aleyhine hiçbir sulta/hiçbir kanıt yoktur. (Nahl) 

Şeytanları nasıl tanırız?

Şeytanları tanımak için; kullandıkları cümleler, gözler ve yüz ifadeleri yeterli olanağı verir. Ancak bunu başaramayanlar için belirgin farklı işaretler de vardır. Mesela şeytanların genel özelliklerinden birisi korku enerjisini her daim diri tutmaktır… Sürekli kıtlık olacak, savaş çıkacak, hastalıklar türeyecek, gözyaşı, kan, bozgun diye ağızlarından hep negatif karanlık cümleler dökülür. Astrologlar arasında gizlenmiş şeytanlar da bunu böyle yapar, haberci, yorumcu, araştırmacı yazar ya da farklı unvana büründürülmüş olanlar da…   

Şeytan sizi fakirlikle korkutur, sizi görünür görünmez çirkinliklere sürükler. Allah ise size kendisinden bir bağışlanma ve lütuf vaat eder. Allah, Vasi’dir, Âlim’dir. (Bakara)

İşte size şeytan! O yalnız kendi dostlarını korkutur. Eğer inananlarsanız onlardan korkmayın, benden korkun. (Al-i İmran)

Fısıltı, inananları kederlendirmek için ancak şeytandan gelir. Bununla birlikte o, Allah’ın izni olmadıkça inananlara hiçbir zarar veremez. Müminler sadece Allah’a güvenip dayansınlar. (Mücadele)

Ana akım medyanın her saniyesi zaten algıya yönelik lakin sosyal medyada da sırf bunun için görevlendirilmiş yüzlerce video kanalı mevcut. Tamamı karanlığa hizmet ediyor. Siyaset ve inanç ekseninde içeriklerle zihinlere saçma sapan bilgiler doldurma işinin yanı sıra; hak ve batıl noktasında hedef saptırma en temel vazifeleri. Birçok isim var. Aklımda kalan örnekler; İlkay Buharalı, Emrah İriç, Ferda Yıldırım, Türker Akıncı, Ertan Özyiğit, Serhat Ahmet Tan, Hamza Yardımcıoğlu başlıcalarıydı. Ana akım medyada zaten hemen her program ve moderatör karanlığa hizmet halindeydi. Ve bunlar arasında dolaştırılan 10-15 kişilik ucuz ve basit şeytan takımı… İnsanı hem ümitsiz, hem devlet ve milletine karşı düşman hale getirmeyi hedef almışlardı. Başarılı da oldular. Çok kişiyi saptırdılar. Virüs sonrası virüs yapaydı algısını ortaya koyanlarla, deprem sonrası bu deprem yapay bir depremdi diyenler aynı kişilerdi. Yarın Tabutu Sekine indikten sonra da bu sahte diyecekler ki üç beş sene önce Tarsus kazısı, bilmem nere kazısı diye sahiplerinin hazırlamış olduğu algı oyununu yine aynı isimler sahnelemişti. Sahipleri istedi ki; sürecin ilahi bir süreç olduğunun kimse farkında olmasın… Kamer suresinde bildirilmiş ilahi uyarı ve ikazların kıyamın yaklaşmasıyla vakte geldiği bilinmesin… Abdurrahman Dilipak, Eray Hacıosmanoğlu, Ramazan Kurtoğlu, Abdullah Çiftçi, Zafer Calayoğlu, Haluk Özdil, Kazım Yurdakul gibi pek çok karaktersiz müsvedde bu işin elebaşlarındandı… Astrologlardan Öner Döşer, Nuray Sayarı, Şenay Devi, medyadaki astrologların istisnasız tamamı, sanatçılar, sporcular, oyuncular, mankenler şunlar bunlar derken pek çok isim; bile isteye Bizans’ın hizmetkârıydı. Bunun karşılığında işte “ünlü” oldular ve toplumları onlar yönetti. Hadise, Tarkan, Cem Yılmaz gibi satılmış ruhlar; nice ruhlara önder oldu… Ve alkışlattılar kendilerini… Hele geçen zaman Amerikan gemileri Türkiye ve İslam ile savaşmaya gelmişken Tarkan isimli erkeklikten yoksun haysiyetsizin İnstagram sayfasında paylaştığı Amerikan bayrağına sarılı fotoğrafı görünce; dedim ki bu nasıl bir körlük! Ama öyle! Halkın büyük kısmı olabildiğine kördü… Kör değil aslında; gönülleri hiçbir zaman buraya, bu inanca, bu millete ait değildi onların… Türk’üz derler ancak Türklükten nasiplenmemişler. Ki Türkler edep bilir, ahlak bilir, hak bilir, hakikat bilir. Adildir Türk olan, merhametlidir. Zalim karşısında korkusuz cengâver, mazlum yanında anne gibidir, baba gibi, kardeş gibi… Ben Türk’üm ve Türklüğüm ile bu nedenle övünüyorum. Milletimle, milliyetimle şeref duyuyorum. Lakin üstteki niteliklerden ötürü… Biz ki yeryüzünde çıkarılmış en hayırlı millettik… Şimdi gelin görün ki; bebekler öldürülse vicdanları sızlamayan, insanlar yakılsa çekirdek çitleyerek izleyen bir topluma dönüştürüldük.

Şeytanlarla dostluk

İlahi kitabın ihbarına göre bir takım insanlar; müminlerle bir araya gelince; onlardan biriymiş gibi davranırmış. Ancak onların yanından kalkıp esas dostlarının yanına varınca; biz diğerleriyle sadece eğleniyoruz deyip onları küçümsediklerini dile getirirlermiş.

Bunlar iman etmiş olanlarla yüz yüze geldiklerinde, "iman ettik" derler. Kendi şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise söyledikleri şudur: "Hiç kuşkunuz olmasın biz sizinleyiz. Gerçek olan şu ki, biz alay edip duran kişileriz." (Bakara)

Burada onların dost edindiği şeytanları düşünürsek; filmlerdeki gibi korkunç ucube görünümlü yaratıklar olmadığını, metafizik bir varlıktan bahsedilmediğini anlayabilirsiniz? Bilakis güzel giyimli, diksiyonu düzgün, cebi paralı ve en önemlisi diplomayla unvan verilmiş kimseler bunlar… Onlar ne söylerse halk için hak olan odur.

Öyle kişiler ki onlar, müminleri bırakıp da küfre sapanları dostlar ediniyorlar. Onların yanında onur ve yücelik mi arıyorlar? Onur ve yüceliğin tümü Allah’ındır. (Nisa)

Kim Rahman’ın Zikri’ni görmezlikten gelip ondan uzaklaşırsa biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o ona can yoldaşı olur. (Zuhruf)

Ne yazık ki nice insanın nefsine müminlerin dostluğu, yarenliği ağır gelir. Nitekim mümin üzerine düşen vazifeyi yapar. Yanlışı görse uyarır, düzeltmek ister. Kötüyü, pisi görse ikaz eder, temizlemek ister. Ve tam bu noktada nefs devreye girerek; kendini tenkit eden o dostu; düşman ilan eder. Şikâyetlerde bulunur. Sonra size sırt dönerek koşarak şeytanların arasına gider. Şeytanlar da ne yapsın; görevini hakkıyla yerine getirir, onları oynatıp kıvırtır. Hak yoldan öte çevirir. İşin acı yanı o ki; bu kimseler hala kendilerini iyi ve güzel yolda zannetmeye ise devam eder… Onlardan biri haline dönüşür, hak ve hakikatten uzaklaşır ve tüm bunları akıl dahi edemez.

Bir kısmını iyiye ve güzele kılavuzladı, bir kısmının üzerine de sapıklık hak oldu. Onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Bir de kendilerinin hidayet üzere olduklarını sanırlar. (A’raf)

Görmedin mi biz, şeytanları inkârcıların üzerine salmışız da onları oynatıp kıvırttırıyorlar. (Meryem)

Din, Bilim ve şeytanlar

Şeytanların temel görevi insanları kandırmak demiştik. Özellikle bunu ilim \ bilim maskesi altında yaparlar ki etki alanları daha güçlü ve geniş olabilsin… Örneğin insanın maymundan evrimleştiği fikri; sözüm ona bilim maskesiyle insana enjekte edilmişti. Ve böylece insanların azımsanmayacak kadar çoğunluğu; atalarının maymun olduğu inancına kapılmıştı. Halen buna inananlar var… Böylece yaratılış ve varoluş hakikatlerinden olabildiğine kopup gidiyorlar. Oysa akıl ve kalpleriyle ilahi kitabı rehber edinip bir de oraya danışmış olsalar; her şeyin bambaşka olduğunu görebilirlerdi.

İnsanlardan bazıları vardır, hiçbir ilme sahip olmadan Allah konusunda mücadele eder ve her inatçı kaypak şeytanın ardı sıra gider. (Hac)

Aynı durum ilahiyat çevresi için de geçerliydi. Bu alanda görevlendirilmiş şeytan sayısı diğer alanlardan daha fazlaydı. Cemaat liderleri, tarikat önderleri, müftüler, imamlar, ilahiyatçı yazarlar, ilahiyatçı akademisyenler derken TV ve sosyal medyaya serpiştirilmiş bolca şeytan vardı. Bunların da kendilerince takipçileri, onları âlim bilip kendi aklı ve kalbini hiçe saymış, ilahi kitabı arkasına atmış milyonlar. Kendini dindar sanan daha doğrusu kendisinin dindar sanılmasını sağlamaya çalışan dinsizlerle doluydu etraf. 

Din maskesi arkasına gizlenmiş şeytanların ilk hedefi insanları Kuran’ı Kerim’den olabildiğine uzak tutmaktı. Böylece sözüm ona peygamberimize atfedilen uydurma sözler aracılığıyla; ilahi kitaptaki hakikatleri ört pas ettiler. Kur’an anlatıyoruz diyenler sadece laf geveleyip durdu. Hikmete dair tek bir kelamları olmadı… Bu böyleyken peki ya meallerde yapılan bilinçli kelime oyunları ve anlam kaymalarına ne demeli? Öyleleri var ki; bunun hata ya da cahillik ile izahı mümkün değil. Tarikat şeyhleri konusuna girmiyorum bile… Bilinmiş tüm tarikat ve cemaatler ticarethane ve yalanlarla algı oyunu yuvalarına dönmüş durumda… Aslında yanlış bir ifade kullandım. Sonradan bunlar algı oyunu yuvalarına veya ticarethanelere dönüştürülmedi. Kuruluş amaçları tam olarak buydu…

Bizans şeytanları

Yeryüzünde iki soyun birlikte yaşadığını, bunlardan birinin Âdemoğulları, diğerlerinin İsrail soyu olduğunu artık biliyorsunuzdur? İsrail soyunun ise Yahudilerle alakası olmadığını, İsrail soyunun aramızda yaşayan ve bu doğanın kuralları ve ilahi imtihan gereği tıpkı bizler gibi beşer bedene sahip cinler olduğunu ifade etmiştim. Katı gezegen medeniyetlerine “beşeriler”, gaz gezegen medeniyetlerine “cinler” ismini vermekteydi Kur’an-ı Kerim…

Musa’dan sonra Mısır’dan çıkan beşer bedendeki cinler (İsrail oğulları) Anadolu topraklarına gelerek dağılan Roma’nın yerine Bizans’ı inşa etmişlerdi. (Detaylar için eski yazılardan faydalanabilirsiniz) Şundan bahsedeceğim ki Bizans’ın şeytanlarını en iyi tasvir eden yine kendi elleriyle çizdikleri çeşitli portreler… Ayasofya’nın cinlerin saltanat sarayı, dünya hükümdarlığının sembolü olduğunu artık söylememe lüzum yok. Erhan da bolca ve gururla TRT ekranlarından Bizans’ın Hristiyanlara neler yaptığını, Ayasofya’da nice insanın katledilip kadınlarına tecavüz edildiğini anlatmıştı. Erhan ve Ertan’ı takip edenler bilir. Bunların dilinde Enrico Dandolo adında biri var. Öve öve bitiremezler. Neyse geçmiş tarihte yaşadığı söylenen ve hatta mezarının Ayasofya’da gömülü olduğu konuşulan bu Bizanslı kimdir diye kendimce bir araştırma yaptım. Kişiyle ilgili çizilmiş portreleri inceledim. Birisinde resmedilişi oldukça dikkatimi çekmişti. Sizinle de paylaşmak isterim; önce ayete dikkat;

Zakkum ağacı ki tomurcukları tıpkı şeytanların başlarıdır. (Saffat) 

 



Ortalama bir zakkum ağacı tomurcuğu yukarıda görüldüğü gibidir. Alttaki portre ise Bizans şeytanı, Erhan Altunay’ın soydaşı; Enrico Dandolo’ya ait…



Bugünün şeytanı ise Erhan Altunay… Baş şeytan… Altını çiziyorum; İblis değil. İblis başkası… İblisin kimliğine dair daha önce yazdım. Erhan; İblisin sağ kolu, her yüzyılın baş şeytanlarından, görünmeyen Bizans’ın, görünmeyen kralı… Kendi bunu defalarca sembollerle söyledi ama anlayan kim! Mor gömlek giyip TRT Gündem ötesi programına, Pelin Çift isimli dişi şeytana konuk olmuştu. Dişi şeytan sordu. Neden mor gömlek? Baş şeytan dedi ki: “Bizans kralları mor gömlek giyer” 

Tabi halk Deccal’i tek gözü kör bir yaratık sanıyor… Evet, gözünün birinde bir sıkıntı var. Bu fotoğraflara bakınca belli oluyor. Ancak o fantastik bir yaratık değil; senin benim gibi beşer bedenli biri… Tek farkımız öz benliklerimiz… Biz Âdem nesliyiz, onlar İsrail’in nesli… Ve ezelden bize düşmanlar…

 İblisin süresi?

Gelelim başka bir önemli detaya; İblis ile ilgili başlıklarda değinmiştim. Demiştim ki ilk kuşak Âdemlerin yeryüzünde hayata başlamasıyla birlikte İblis de göreve başlamadı. Yani ilk insanlardan bu yana insanın kandırılabilir olduğunu göstermeye tek bir şahıs olarak İblis çalışmıyor. Ona belli bir dönem aralığı için zaman verilmiş. Nitekim sadece İblis değil; kendisine farklı işler için süre tanınmış başkaları olduğunu da ilahi kitaptan anlayabiliyoruz.

Peki, süre verilenlerdensin… (Sad)

Habil ve Kabil örneğine baktığımız vakit; kötülük için bir İblisin varlığına gerek duyulmamış. Kin, haset, kıskançlık gibi duygular; insanın kendi şeytanı olmuş. Veya Lut devrindeki kimseler; hazzın, şehvetin ardına düşerek, sapıklığa varıp yok olup gitmişler. Onlara da bir İblis ya da şeytan gerekmiyordu. Kendi nefsleri kendi sonları için yeterliydi. Tüm bunlarla birlikte kötülüğü temsilen; İblis tarafından veyahut İsrail oğullarının ekâbirlerince görevlendirilmiş kimseler de vardı. Nasıl ki her yüzyılın bir uyarıcı ve müjdecisi oluyorsa; bir saptırıcısı da mutlaktı. Bunlar en azından birkaç bin yıldır Bizans ve Ayasofya’ya bağlı şövalyeler (Tapınak Şövalyeleri) ve Kraldan oluşmaktaydı. İlgili yüzyılın kralı aynı zamanda deccali idi. Tabi bu deccal kelimesi Kuran’da yer alan bir kelime değil. Halk arasındaki bilinirliliği için bu sözcüğü kullandım. İlahi kitapta bunun karşılığı Tagut Yani o yüzyılın baş şeytanı ve kurduğu sistemi… Emrindeki şövalyelerle birlikte ruhları satın alıp milletleri kandırmak, haktan, adaletten, merhamet ve doğruluktan uzaklaştırmakla kendilerini görevlendirmiş kimseler hep ona bağlıydı…

 Düşmanımız

Ezelden ebede tek düşmanımız kendi nefsimizdir. Kendi yanlışlarımız, kendi tercihlerimizdir. Yaşadığımız zaman dilimi; ister ilk çağlar olsun, ister son çağlar; mücadelemiz kendi benliğimizle kendi nefsimize karşı… En azından dünya boyutu için bu böyle. Diğer yıldız sistemlerindeki kullar için işler nasıl işliyor bilemem.

Yemin olsun, şeytan, içinizden birçok nesli saptırmıştı. Aklınızı hiç işletmiyor muydunuz? (Yasin)

Kötü arkadaş, şeytandır insana… Nefs şeytandır… Medyanın farklı unsurlarında İblis adına yazan çizen, insan ve cinlerden karaktersizler şeytandır. Yanlışa, batıla, günaha, ilahi yasa ve rızadan uzağa götüren her türlü duygu, düşünce, kişi; şeytandır, şeytandandır. Ve şeytanlar insanlığı kuşatıp sarmış durumda… İşin acı yanı; artık insanlara düşmanlarını anlatmak çok zor…  Bunu bir tek Allah yapabilir. Hiçbir insanoğlunun böyle bir şeye gücü yetmez… Kalbi ölmüş insana; hiçbir şey anlatılamaz, gösterilemez…

Şeytan onları kuşattı da Allah’ın zikrini/Kur’an’ını onlara unutturdu. İşte bunlar şeytanın hizbidir. Dikkat edin! Şeytanın hizbi hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Mücadele)


 

Selam ile kalın

Mehmet Çobanoğlu

22 Ağustos 2023 Salı

Onlar haklıydı

Aşağıda okuyacağınız yazı her ne kadar bana ait olmasa da; insanlığın ve zamanın özetini çıkaran bir yazı olması sebebiyle buraya ekliyorum. Yazı sahibi İsrail nesli… Erhanlar…  

 

Ve kızmayın ama tam da yazdıkları gibiydi her şey… 

 

 

Rüya ve Masal Kahramanımız genç adam Antalya'da bir çiftlikteydi. Babadan kalma bu yer deniz orman ve dağ manzarasına bakıyor, ortasında şirin güzel bir çiftlik evi bulunuyordu.  Genç adam burada yalnız yaşıyor, şehre alışverişe gidiyordu bazen. Güzel bir ilkbahar günüydü. Öğle yemeğini yemiş, sallanan ahşap sandalyesini dışarıya koymuş, manzaraya, bulutlara bakıyor, kuş cıvıltılarını dinliyor, kelebekleri seyrediyordu…  Güzel güneşli ve sakin bir hava vardı. Burada huzur buluyor, derin düşüncelere dalıyordu.  Bir anda aklına o sorular geldi yine, yaşamın anlamı neydi?  Aslında her şey kendisinin gördüğü ya da kolektif bir rüya mıydı?

 

Kendini farklı hissediyordu insanlardan. Sanki uzaydan gelmiş gibi bir his oluyordu içinde. Zamanı da bazen farklı hissediyordu. Zaman bazen yavaşlıyor, bazen çok hızlanıyor zaman kayması oluyordu. Bazen anlamlı, bazen de anlamlandıramadığı karşılaşmalar oluyordu. Sezgileri ve farkındalığı fazlaydı. İnsanların aklını okuyordu çoğu kez. Ama insanlığın içinde bulunduğu hali anlamlandıramıyordu.

 

Bir akıl tutulması, büyü gibi bir şeyler vardı. Sanki büyük kitleler çok az insan dışında bu büyünün tutulmanın dışına çıkamıyorlardı. Sanki farkında bile değillerdi büyülendiklerinin... İnsanlar sezgilerini kullanamıyor, sağlıklı düşünemiyorlardı. Gazeteler, medya insanları aptal yerine koyan haberler yapıyor, saçma sapan şeylere halkın ilgisini çekiyorlardı. TV’lerde film, dizi, evlilik yarışma programları denen saçmalıklara bakıyordu insanlar. Bütün bunlar tek bir yerden yönlendiriliyor gibiydi. Sanki kandırılmaları çok kolaydı insanların. Kandırıldıklarının farkına varamıyorlardı bile. Git gide daha kötüye gitmeye başlamıştı her şey.  İnsanlar birbirlerine kötü davranıyorlar, hayvanlara kötülük yapıyor, doğayı yok ediyorlardı. Tükettikleri besinler bozulmuş zararlı bir hale gelmişti. Doğanın dengesi bozulmuş, iklimler değişmişti. Temiz su kaynakları azalmaya başlamıştı. Her türlü kötülük sıradan hale gelmiş, kanıksanmıştı. Değerlerini yitirmiş basit çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen hedonist bir yapıya bürünmüş, akıl tutulması yaşayan bir insanlık vardı artık. Herkes kendini çok akıllı sanıyor, yaptıkları kötülükleri kimsenin fark etmediğini sanıyor ya da fark edilse bile umursamıyordu. Nede olsa teknoloji ile donatılmış konforlu evine girdiğinde kimse onu görmüyordu. O keyfine bakıyordu kendince. Nasıl böyle ruhsuz bir hale dönüştüğü anlaşılır gibi değildi insanların. Yanlış giden bir şeyler mi vardı, yoksa her şey olması gerektiği gibi miydi? Kesinlikle değildi… Genç adam düşünüyor ama bir anlam veremiyordu bütün bunlara…  Bir anda her şeyin değişebilme ihtimali olduğunu hissediyor ve biliyordu. Bir ümit vardı her zaman hissediyordu.  Bir kuş sesi ile kendine geldi dalmıştı sallanan sandalyesinde… Kalktı ve yürümeye başladı. Her şeyin daha güzel olacağı bir dünya düşünüyordu.  Hafif bir tebessüm vardı yüzünde. Denize doğru yürürken birden bir uğultu duydu. Bir uçan daire inmişti karşısına! Korkuyla karışık heyecanlanmıştı. Uçan dairenin kapısı açıldı, bir müzik sesi geliyordu. Sezen Aksu'nun “Haydi gel benimle ol, oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize” şarkısı çalıyordu. Uzun boylu, kızıl saçlı, renkli gözlü bir kız indi uçan daireden…  Genç adama doğru yürüdü. Beraber el ele tutuşup uçan daireye bindiler. Atmosferden çıkarken son kez dünyaya baktı genç adam. Tebessüm vardı yüzlerinde. Son hız bilinmeyen bir gezegene doğru gözden kayboldular...


Orijinal yazı  (yorumlar bölümünde)


16 Eylül 2019 Pazartesi

Âdem'in öğrendiği kelimeler

Bir zamanlar Rabbim meleklere; yeryüzüne yönetici olarak Âdemleri yani beşer formda yaratılan, kendi doğasınca bir bilinç sahibi insanları uygun gördüğünü bildirmiş. Melekler bu işe biraz şaşırmış. “Nasıl olur ki” diye kendi bilinç dünyalarına yakışmayan bir serzenişleri olmuş. Hem Âdem’e güvenmemişler. Hem Rabbin ilminden kuşku duymuşlar. Rableri de onlara “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurmuş. Ve başlamış süreç…

 

İlk Âdemler yeryüzüne indirilmişler. Çiftler halinde yüzlerce, binlerce Âdem kadını ve erkeği bu topraklar üzerinde yaşamaya başlamışlar. Nereden geldiklerinin bilinciyle, ilim bilim noktasında ilk medeniyetleri kurmuşlar. Ancak ilahi kitaptan anladığımıza göre kulluk noktasında pek kararlı kalamayıp; dünya macerasına dalmışlar. Lakin sonrasındaki Âdemler yani bizler bu işin hakkını eni sonu vermişiz. Ve Allah’ın izni ve dilemesiyle kulluk makamına ermişiz… Bu dünyaya halife olmuşuz… Tabi bizim için henüz o an gelmedi. Bu Tabutu Sekine’nin yeryüzüne indirilmesiyle gerçekleşecek bir nihayet… Peki, aksi bir durum olabilir mi? Mümkün… Kimsenin bilmediği bir sonuç; tüm sonuçlardan beri bir final olabilir. İşin bu kısmını konuşmayacağım. Ancak eğer hilafet makamına yani kulluk derecesine seçilirse Âdem; bu onun öğrendikleri sayesinde olacakmış. Dikkat çekmek istediğim özet bu…

 

Ve Âdem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere göstererek şöyle buyurdu: "Hadi, haber verin bana şunların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz." (Bakara)

 

Bildiğiniz üzere Âdem; bir takım kelimeler öğreniyor. Öğrendikleriyle de Rabbe yönelip bunlar sonucunda başarıyı elde ediyor. Peki, neydi o kelimeler? “Abra Cadabra” gibi bir şey değil her halde? Yani hakikaten Âdem’e belli kelimeler öğretip sonrada “Aferin Âdem; şimdi cennete” mi buyurmuştur Allah? Nedir bu kelimeler? Allah’ın isimleri mi?

 

Eskiden olsa bu soruya direkt evet derdim. Ancak idrak ettim ki öyle olsa melekler bunu bilirlerdi. Kaldı ki Allah’ın esmalarını bilmekle kulluk derecesini elde etmek ne alaka? Meleklerin bile bilmediği çeşitli isimler veya kelimeler olacak.  Bunlar Âdem’e Allah tarafından öğretilip ardından aferin Âdem haydi cennete mi denilecek? Kelime ve isimlerden kastın böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum.  Âdem’in öğrendikleri dünya okulunun çeşitli dersleridir. Bunlar sonucunda Âdem başarılı olmuştur...

 

Hatırlarsanız Âdemoğullarının dünyayı yönetecek olmasına meleklerden itiraz gelmişti. Âdem’i bu konuda yeterli görmemişler; işin üstesinden gelebileceğine ihtimal vermemişlerdi. Nitekim Âdem kıvamında değildi. Bu ırk daha cennetteyken günah işlemişti. Nasıl dünya yönetimi onun olurdu! Ancak onların bilmediği Rabbin ise haberdar olduğu şeyler vardı.

 

Serzenişte bulunan o melek unvanına sahip halk; açlık ile imtihan olmuşlar mıdır acaba? Evlat acısı nedir bilirler mi? İnsanın maruz kaldığı veya kalabileceği şartları bir gün olsun deneyimlemişler mi? Hastalıklarla mücadele etmişler mi? Geçim derdi? Hiç sanmıyorum…

 

Âdem’in öğrendiği kelimeler; dünya okulunun öğretilerinden birer parçadır dostlar. Örneğin Allah’ın dostu İbrahim nebinin göstermiş olduğu “teslimiyet”; bambaşka bir kelimedir...  Herkesin kolaylıkla öğrenip idrak edemeyeceği kadar zor… Ayette buyrulmuş ki: “Hani Rabbi İbrahim’i bazı kelimelerle imtihana çekmişti de o da onların hakkını vermişti.” İbrahim nebi dünya imtihanını hakkıyla tamamlamış. Rabbi de onu mükâfatlandırmış. Cümle insanlığa örnek kılmış...

 

Bir başka kelime olarak karşımıza sabır çıkmaktadır. Eyyub var mesela bu konuda âlemlere örnek... Tek bir mutlu ve huzurlu günü olmamış desek mübalağa olmaz. Ömrünün tamamı çilelerle geçmiş, sıkıntı ve problemler adamcağızın normu haline dönüşmüş. Şeytan oldukça uğraşmış onunla. Eyyub ise yolundan kesinlikle şaşmamış, sapmamış. Hamt ve tevekkül içerisinde Rabbin kendisine uygun gördüğü şartlar altında sınavını tamamlamaya gayret etmiş. Ve ummadığı bir an ona denilmiş ki: Ey Eyyub! İşte sana serin bir su! İç kana kana, yıka tüm bedenini… Temizlen, arın. Tüm dertler aksın gitsin toprağa… Çürüsün, yok olsun… Sonra ne mi olmuş? Eyyub’a yepyeni mükemmel bir hayat verilmiş. Aile bireyleriyle eskiden olduğu gibi yine bir arada… Fakat bu kez refah ve mutluluk içerisinde sil baştan bir hayata başlamış. Bahsi geçen bu su; Ab-ı hayat ya da gençlik pınarı olarak efsanelere konu olan kutsal kaynaktan gelen sudur. Anadolu topraklarındadır.

 

Velhasıl Âdem’in öğrendiği kelimeler; üç beş harfin bir araya gelerek oluşturduğu sözcükler değil; yaşantının getirdiği durumlar karşısında deneyimlenmiş ve ruha olgunluğu sağlamış; olay, durum ve hallerdir. Bunların her biri bir öğretidir.   

 

Âdem sabrı öğrenirse puan alabilir. Aksi halde sabırsız ve asi tamamlarsa yolu; hanesine eksi not düşer. Nefsin zevkleri ve davetlerine karşı; kalbin Rab ile kalması bir cihattır ve buradan da puan gerekir. Ve sonra ve hatta en başta; samimiyet... Her dildedir Allah; ancak her kalpte bulunmaz. Samimiyetiyle sınanır Âdem. Varlıkla yoklukla,  zorlukla kolaylıkla ve hepsinin sonunda Yol'da kalabilir ve bu ahval üzere tamamlarsa; kulluk makamına ermesi umulabilir. 

 

Selam ile kalın

Mehmet Çobanoğlu  

23 Ağustos 2019 Cuma

En üstün peygamber?


Peygamberler arası kıyaslama yapılmaması gerektiği ayetlerle sabit olmasına rağmen; daima yapılagelmiştir. Özellikle Müslüman toplumlar; Muhammed peygamberin mertebece en üstün nebi olduğunu düşünürler. Hatta iş öyle bir noktaya gelmiş ki; bazıları tüm âlemlerin Muhammed nebi için yaratıldığına inanır.

 

Tabut-u Sekine indikten ve hakikatler ortaya çıktıktan sonra İsa Mesih’in tabiatının da SİRİUS’lu melek olduğu idrak edilince; maalesef yeni bir fitne ortaya çıkacakmış. İsa mı üstün yoksa Muhammed nebi mi denilecekmiş. Bu böyle olmasın diye; fitne ortaya çıkmadan veya çıksa da yayılmadan sona ermesi adına yazıyorum bunları. Keza Zuhruf suresinde ön görülen geleceğin haberi verilmiş. Değiştirmek bize bağlı…  

 

Meryem’in oğlu bir örnek olarak ortaya konulunca senin toplumun hemen yaygarayı bastı! Dediler ki: “Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa o mu?” Bunu sırf seninle tartışma olsun diye ortaya attılar. Çekişmeyi seven bir toplumdur onlar. Meryem’in oğlu kendisine nimet verdiğimiz ve İsrail oğullarına örnek kıldığımız bir kuldur. Eğer dileseydik yeryüzünde size halef olacak melekler vücuda getirirdik. (Zuhruf)

 

Hakikatlerden sonra bazı insanlar: “Acaba Dünyalı Muhammed Mustafa mı daha hayırlı / mertebece üstün? Yoksa İsa Mesih mi?” diyebilirler. Şimdiden diyeyim ki böyle bir düşünce fitneden başka bir şey olmaz. Eğer ayetlerde bu fitnenin uyarısı yapılıp bildirilmeseydi; ben de kesinlikle bu konuyu kaleme almazdım. Zira ben yazsam da yazmasam da bu konunun gün olup bazı kimselerin kalbine düşeceği aşikâr… Bu nedenle onlara yapılan uyarının bir hatırlatması olsun.

 

Bizler kendi bilinç sınırlarımız dâhilinde tıpkı bizim gibi yaratılmış olanların Allah katındaki derecesini bilemeyiz. Kim kimden üstün, kim kimden hayırlı gibi sorular; hakikatini bilemeyeceğimiz cevaplar doğurur. Ayrıca cevabın ne olduğunun bizim ruhsal eğitimimiz adına bir faydası da yoktur.  Bilakis bizim aradığımız cevaplar kendi halimizin Allah katında ne durumda olduğu olmalıdır.

 

İsa Mesih, Cebrail ya da başka bir melaike bir üst yıldız sisteminde, bizim dünyamızdan çok farklı bir bilinç ve dünya hayatında yaşam sürüyor olabilir. Ancak belki onların bilip göremediği, kendi dünyalarında tecrübe edemedikleri bir şey; bizim dünyamızda herhangi bir insan tarafından dâhi biliniyor olabilir. Nihayetinde ayetlerle vurgulanmış. Allah: “Bildirin bana eşyanın hakikatini” diye buyurduğunda; Melekler afallayıp kalmış… Âdem ise; onu onlara bildirmiş.

 

Hangi yıldız sisteminde, hangi mertebe, hangi âlemde olduğumuzun bir anlamı yoktur. Önemli olan bulunduğumuz yerde nasıl olduğumuzdur. Bununda hükmü Allah’a aittir. Hükmü biz vermeye kalkarsak gerisini siz düşünün…

 

Selam ile kalın

Mehmet Çobanoğlu