29 Ekim 2024 Salı

Hayvanlar

Bu dünyanın süsü çiçekler, ağaçlar, ırmaklar, kuşlardır. Arılar, kelebekler, sincaplardır. Buranın en masum, en temiz kalpleri koyunlar, kuzular, atlar, oğlaklar, ceylanlardır. Neşedir tilki, neşedir tavşan, kirpi... Onların her biri bir yaşam, bir bilinç, bir bireydir. Ve onların hiç biri bizden kıymetsiz değildir.  Onların her biri Rahman ve Rahim olan Allah’ın kullarıdır. Candır.  Azizdir.

 

       Yeryüzünde debelenen, gökyüzünde uçan, hiçbir kuş, hiçbir hayvan; istisna olmaksızın her biri sizin gibi birer ümmettir. (En’am)

 

Dünya insanlarının büyük çoğunluğunun hayvanat alemine karşı duyarlılığı yok. Az bir kesim onların yaşam mücadelesi ve kulluğunun farkında.  Az bir kesim onları koruyup kollamaya, elinden geldiğince yardımcı olmaya gayret içerisinde... Diğerleri görmüyor onları.  Duymuyor. Ne susuzlukları umurlarında, ne açlıkları. Bu da yetmez gibi bir de şikayetçiler. İstemiyorlar. Ölsün, yok olsunlar diliyorlar. Ah insanlar ah. Çok isterdim hayvanı kendinden aşağı bilenlerin yeniden doğduğunda hayvan olmasını.  Onları anlamasını. Rablerinin kendilerine verdiği kulluk görevini yerine getirmekten başka bir amaçları olmadıklarını bilmelerini. Rablerini andıklarını ve Rablerini bir tek ilah olan Allah bildiklerini. Bunu anlamalarını isterdim ki; o aşağı gördükleri canlardan ne kadar aşağı olduklarını bilsinler. İdrak etsinler; mesele in olmak, cin olmak ya da melek olmak değildir.  Mesele Rabbe hakkıyla kul olabilmektir...

 

·       Rabbin, balarısına şöyle vahyetti: "Dağlardan evler edin, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan da... Sonra, meyvelerin her türünden ye de boyun bükerek Rabbinin yollarına koyul." (Nahl)

 

Rabbine arılar kadar kul olmayı başarabilmiş birini gösterin bana? “Benim” diyen var mı? Ama o böcek, sen insansın ve böylece sen üstünsün öyle mi? Ah insanlar ah...

 

İblis neden nankör oldu ve kovuldu? Olayın en başını hatırlayan var mı? “Ben dedi insandan üstünüm. Ben cinim. O ise basit bir insan!”

 

Haydi kendine güvenen desin ki: Ben insanım, üstünüm! Şu ise sokaktaki basit bir köpek! Haydi durmayın ilk öğretiden nasipsizler gibi düşünün...

 

İnsan onurlu ve şerefli bir varlıktır.  Amma velakin kulluğunun bilincinde olan insan öyledir. Hayvanı, ağacı, çiçeği, böceği kendi gibi kul bilen öyledir. Kediyi köpeği zehirleyen değil. Küçücük masum kuzuyu kesip satan, yiyen değil.  Istakozu kaynar su da haşlayan, yiyeceğim diye haşlatan değil. Dağdaki tavşanı vuran, geyiğe, ceylana kurşun sıkan değil. 

 

Hiçbir hayvan özgürlüğünden mahrum bırakılamaz! Hiçbir hayvan eziyete, zulme uğratılamaz! Hiçbir hayvan insana oyun ve eğlence yapılamaz.  Kim bunları yaparsa, bu zulme göz yumar ve ortak olursa; Rahman ve Rahim olan Allah’a şikayetimdir. Dilerim yaşattığı zulmü yaşayarak öğrenir.

 

Sevin hayvanları. Hoş görün. Yardım edin. Dağlara su taşıyın. Aş götürün. Kuşlara yem atın. Okşayıp sevin kediyi, köpeği. Kalbinizi besleyin, öldürün nefsinizi, egonuzu. Çocuklara anlatın; çiçekler koparılıp atılmaz. Karıncalar ezilmez. Hayvanlar taşlanmaz. Büyüklere söyleyin; koyun, keçi, deve keserek kurban olmaz. Bu seni Allah’a yaklaştırmaz. Bununla bayram edilmez. Böyle İslam olunmaz! Saygı duyarsan keçiye,  ineğe, ata, eşeğe, şükredersen Rabbine onları size verdi diye; işte bu kurban olur. Bu Rabbe ulaşır... Bu Rabbe yaklaştırır! Ve gönlünüzdeki dilekler işte o vakit yerine getirilir... Bakın size bir sır vereyim. Okuyup geçer herkes o ayeti de; farkına varmaz kimsecikler.

 

      Hayvanlarda sizin için daha nice faydalar vardır. Onları binek yaparak (sorumluluklarını alarak) gönüllerinizdeki arzuya ulaşırsınız. Hem onlar üzerinde hem gemiler üzerinde taşınırsınız. (Mü’min)

 

Diğer bir konu; genetiği değiştirilmiş hayvan üretmek ve ticaretini yapmak şeytan işidir. Özel üretim bu canlılardan kim alır ve bu ticarete pay sağlar ise; büyük bir zulme ortak olur. Bu kimseler hayvan sever değil; egoist birer canidir. İlahi kitabın aşağıdaki ayeti; yüzlerce sene öncesinden bugüne hem bir ihtar hem bir mucizedir. Kur’an insan yazması bir kitaptır sanan cahiller iyi okumalı. Herhalde 600’lü yıllarda genetik kodlama yoktu.

 

         "Yemin olsun, onları saptıracağım, onları kuruntulara mutlaka iteceğim. Onlara mutlaka emir vereceğim de davarların kulaklarını yaracaklar; onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı yandaş edinirse açık bir hüsrana kesinlikle yuvarlanmış olacaktır. (Nisa)

 

Konuyla alakalı son bir husus; ne yazık ki sokakta ölmüş bir hayvanın cesedi çöp konteynerlarına atılıyor. İşin temizlik sağlık yönünde değilim. Kalpleri pis olmuş toplumun sokakları temiz olsa ne fayda. Ben Allah’ın kullarının cesetlerine yapılan saygısızlığa yanıyorum. İlahi kitapta bir karga dahi ölmüş bir karganın cesedini toprağa gömerken o kitaba inandığını söyleyen insanların kedi köpek cesetlerini saygısızca bir çöp gibi konteynerlara atıyor olmasına hazmedemiyorum. Yaşarken hayatına saygı göstermeyen insanlardan cesede saygı göstermesini beklemek de benim aptallığım. Ama bilin ki bu büyük günahtır. Evvela Rabbe saygısızlıktır. O’nun yaratıp can verdiği kullar öldüklerinde çöp muamelesi göremez, görmemeli... Temiz bir toprağa gömmek bu kadar zor olmamalı.  İnsanı insan yapan değerleri bilmedikten sonra sanırım her şey zor...

27 Ekim 2024 Pazar

Gazze halkı

Allah onlara rahmet etsin. Onlardan razı olsun. Mutluluk ve huzurdan uzak, zulüm altında bir toplum Gazze halkı... Muhakkak her toplum acı çekmiştir. Fakat o acılar bir yerde son bulmuştur. Filistin topraklarında doğmuş olmak ölene kadar acıyı ve zulmü kabullenmek gibi bir şey olmuş. Hele son yıllar tüm dünyanın şahit olduğu yaşadıkları zulüm; başlı başına bir sabır ve teslimiyet örneği.  

 

Son yüzyıldır çok savaş ve terör şahidi olduk. Çok insana zulmedildi. Çok insan öldürüldü. Ailesinden, vatanından uzağa sürüldü.  Çok acılar yaşandı. Tüm bunların doruk noktası oldu Gazze. Orada yaşanan zulüm; tüm halklar için aynı zamanda  vicdan, merhamet ve de adalet imtihanıydı. Kimileri bu olayla dirilirken, kimileri ruhunu öldürdü.

 

Gazze halkını çok düşündüm. O sabrı ve teslimiyeti neye borçlu olduklarını anlamaya çalıştım. Mesele inanç meselesi değil. Diğer Arap toplumlar ya da Türkler, Kürtler, diğer Müslüman halklar da inançlı.  Elbette inanmak var; inanmak var. Fakat o zaman Gazze halkını bu denli inançlı kılan ne? Çok düşündüm bunları... İşin içinden çıktığım söylenemez. Firavun devrinde türlü işkencelere uğrayan İsrail soyunun sabrı ve teslimiyetiyle benzer bir durum. Ve sanırım soy aynı soy. Onlar pek Ademoğluna benzemiyor. İsrail’in soyu ama inkarcı gruptan değil.  Bizans’ı reddetmiş. Osmanlı ile birlik olmuş grubu. Hakikatten yana ve adil olanları. Mazlumları kısacası. Kibre sapıp İblis ile el birliği yapanları değil. Şimdi aşağıdaki ayette İsrail oğullarına neden o cümlelerin kurulduğunu daha iyi anlıyorum. Bugün dünyayı kirli bir düzen ile yöneten aramızdaki cin soyu; kendi soydaşları olan fakat adaletten yana olan mazlum İsrail oğullarını yani Gazze halkını; davası uğruna yok ediyor. Bunu da Yahudiler üzerinden icra etmesi ayrı bir şeytanlık. 

 

·       Bütün bunlardan sonra siz şu kimselersiniz: Birbirinizi öldürüyorsunuz. İçinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onlar aleyhine kötülük ve düşmanlık hususunda dayanışmaya giriyorsunuz. Esasında onları yurtlarından çıkarmak size haram edildiği halde, esir olarak size geldiklerinde fidyelerini veriyorsunuz. (Bakara)

 

Rahmet diliyorum mazlumlara. Zalimin zulmüne uğrayan tüm masumlara rahmet olsun.  O çocuklar, bebekler, kadınlar ve erkekler; şimdi şuan bambaşka bir gezegen üzerinde dipdiri. Rablerinin kendilerine nasip ettiği nimetlerle rızıklanıyorlar. Allah’ın selamı, dini inancı fark etmeksizin; zulme uğrayan şahitlerle olsun. Bitecek bu zulüm. Az kaldı. 

4 kuş

İbrahim nebi Rabbine bir sualde bulunur. “Ölüler nasıl dirilir” der… Ve ardından cevap gelir. Dikkatle okuyalım lütfen;

 

·       Hani, İbrahim şöyle yakarmıştı: "Rabbim, göster bana, nasıl diriltiyorsun ölüleri?" "İnanmadın mı?" diye sordu. "İnandım, dedi, ancak kalbimin tatmin olması için" Allah dedi ki: "Kuşlardan dört tane al, onları kendine ısındırıp alıştır. Sonra her dağın üstüne onlardan bir parça koy. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

 

Şimdi akıl ve kalp ile düşünelim dostlar. İbrahim peygamber ölülerin nasıl diriltildiğini soruyor. Ve kendisine bir takım açıklamalar yapılıyor. Bu soru ve cevap; fiziksel bir ölümü ve dirilmeyi ifade ediyor olabilir mi? Önce bunun üzerinde duralım! 

 

Eğer İbrahim peygamberin kastettiği fiziksel ölüm ve dirilmeyi ifade ediyor olsaydı; olaylar İbrahim’in gözü önünde cereyan etmez miydi? Ölmüş olanın nasıl diriltileceği sorusunun cevabını vermek için; herhangi bir ölünün diriltilmesi yetmez miydi? Yani düşünsenize; İbrahim’siniz ve Rabbinize ölüleri nasıl dirilttiğini soruyorsunuz. O da size 4 tane kuş al besle sonra bunların her bir parçasını bir dağa dağıt ve sonra çağır vs diye cevap veriliyor? Hâlihazırda bir mezarlık falan yok muymuş? Ölmüş bir insanın diriltilmesi ya da bir hayvanın diriltilmesi mümkün değil miymiş ki; İbrahim ölünün nasıl dirildiğini görmek için 4 kuş beslemek zorunda kalmış? Her parçasını bir dağa dağıtmış falan? Direkt yerde ölmüş böcek, çiçek, canlıyken cansız olmuş bir varlık; diriltilemez miydi? Hiç düşünüp sorguladınız mı? Vaktiniz çok…

 

Yukarıdaki ayetlerde gözden kaçmaması gereken bir detay vereyim size! Ve aslında cevabı açıklayan en önemli yer burasıdır. Anlaşılacağı üzere İbrahim’in kast ettiği fiziksel manada ölmüş bir varlığın yeniden diriliş süreci değildir. Ki böyle olsaydı cevap daha kolay ve basit şekilde verilir ve gösterilirdi. Lakin bakıyoruz bu işin içinde başka bir iş var. Zaten ölmüş kuş bile İbrahim’in gözü önünde dirilmiyor. Kuşa ait parçalar dağlardaydı. İbrahim çağırınca geldiler. Yani bu diriltilme işi İbrahim’in gözü önünde de cereyan etmedi. Bütün bunları düşününce ben bahsi geçen dirilme olayının fiziksel ölünün diriltilmesi olarak düşünmüyorum. Alakası bile yok… Bu işin ardında başka bir hikmet var. Gelelim o hikmeti yakalamamıza vesile olabilecek detaya;

 

Dikkat ettiniz mi bilmem ama yeniden canlanan kuş; uçarak değil; koşarak geliyor! Öyle buyrulmuş ayette: Onları çağırdığında sana “koşarak” gelecekler denilmiş. Oysa gömülen şey kuş idi. Haliyle yeniden dirildiğinde İbrahim’in yanına "uçarak" gelmesi beklenirdi? Yanlış mı düşünüyorum?  Ayetin orijinal Arapçasında kullanılan kelime "sea'yen" ifadesidir ki sözlük anlamı ve Arap dilinde kullanımı "koşmak" fiilini karşımıza koymaktadır. Elbette Kur'an kelimeyi bu şekilde kullanmışsa rastgele olamaz. Bu kitaba haksızlık ve cahilce bir düşünce olur. 

 

Ezcümle; Kuran'ın hikmetlerle bezediği müjdenin özü;

 

Bir çift Güvercin / Kumru beslersiniz. Neden Güvercin / Kumru diye sorarsanız; özgürlüğü kısıtlanmış kafes kuşlarının kastedildiğini düşünmüyorum. Bir Kanarya, Papağan, Saka, Muhabbet kuşu olamaz bu! Zira Allah kuşları kafes içerisine hapsedip besliyor olmamızdan hoşnut olmaz. Bu nedenle güvercin/kumru ailesinden olduğuna inanıyorum. Ayrıca ister iki tane olsun, ister üç, ister dört… Ayette direkt dört tane denilmesinin sebebi; işi hikmetle gizlemekten ibarettir. Aksi halde tek bir kuş örneği üzerinden de bu diriltilme hadisesi pekâlâ anlatılabilirdi.

 

Beslediğiniz, kendisiyle ilgilenip tefekkür ettiğiniz kumru veya güvercinlerden birisi, gün gelip öldüğü vakit; onu temiz bir toprağa gömersiniz. İster götürüp bir dağa gömün, ister bir tepeye, ormana, ister bir vadiye… İster evinizin bahçesine… İşin burası da sonuç üzerinde etken değildir. Tıpkı “dört kuş” örneğinde olduğu gibi meseleyi hikmetle bezemek için “dağ” lafzı kullanılmıştır. Önemli olan temiz bir toprağa cesedi gömmektir. Yazmaya lüzum var mı bilmiyorum ama beslenilen kuşa gerektiği gibi iyi bakmak şarttır. Onu incitmeden, nezaketle beslemelisiniz. İşin ticaretini yapanlar konuya dâhil değildir. Aslolan vicdandır, merhamettir...

 

Peki, sonra ne olacak? Elbette ayette vurgulandığı üzere o kuş hayatınıza koşarak gelecektir. Tırnak içerisinde yazıyorum; "koşarak gelecektir." Artık yeni bir beden ve kimliğe bürünmüş, hayatınızda yardımcı bir dost, bir melaike, bir Hızır misali görev alacaktır. Ve bu sizin ruhsal manada dirilmenize, ayağa kalkmanıza, böylelikle Rabbiniz olan Allah’a hamd ve secde etmenize vesile olacaktır. Ölüyken dirilecek olan sizsiniz. Onun ölümü sizi diriltecek olan şeydir. 

 

Bir zamanlar büyütüp beslediğiniz, koruyup kolladığınız kısacası sorumluluğunu üzerinize aldığınız o güvercin; gün gelince hayatınıza yeniden girer. Bu defa kuş bedeniyle değil; Rabbinin ona verdiği yeni bir yaşam formuyla, insan bedeniyle yanınızda olacaktır. Lambadan çıkan cin misali; Allah'ın izniyle sıkıntılarınızı çözecek, her daim yanınızda koruyup kollayanınız olacaktır.  

 

Bu arada konu kuşlar (Kumrular) olunca bir şeyi daha bilmek gerekir. Kur'an onca hayvanat türü arasında sadece kuşları insan ruhu ile eşitlemiştir. Bu eşitleme "kuşlarla birlikte zikretme" örneği verilerek yapılmıştır.

99 koyun

Adalet öğretilerinden bir örnek;

 

·       Geldi mi sana, o çekişme hikâyesinin haberi? Hani, o hasımlar, duvarı aşarak mihraba ulaşmışlardı. Davûd’un yanına girmişlerdi de onlardan korkmuştu. "Korkma!" dediler, "biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkını çiğnedi. Şimdi sen, aramızda hak ile hükmet, adaletsizlik etme. Bizi yolun denge noktasına ilet! Şu benim kardeşimdir. Kendisinin doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen, onu da bana ver dedi ve tartışmada bana galip geldi.

 

·       Davûd dedi ki: "Vallahi, senin bir tek koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulmetmiş. Zaten ortaklardan birçoğu birbiri aleyhine haksızlık ve zulme sapar. İman edip hakka ve barışa yönelik işler yapanlar böyle değildir. Ama onlar da pek azdır." Davûd, kendisini imtihan ettiğimizi düşündü; hemen Rabbinden af diledi; rükû ederek yerlere eğildi ve Allah’a yöneldi. (Sad)

 

İnternetteki tüm tefsirleri okudum diyebilirim. Hikâyede Davud'un tövbe etmesini; kardeşler arasındaki verdiği yanlış karara bağlayan tek bir kişi yok! Zira yanlış karar verdiğini düşünen kimseler olmamış! Koca koca Profesörler,  bilmem hangi tarikatların şeyhleri neler yazmış okuyun. Kimi demiş ki Davud o an geçmişteki yanlış bir hükmünü hatırladı, kimi demiş ki bir günahı aklına geldi de ondan tövbe etti... Yani kimse verilen hükmün yanlış olduğunun farkında değil. Oysa bu hüküm; adaletten yoksun bir hüküm… Davud’un af dilemesi de; bu yanlış hükmünden dolayı…

 

Bahsi geçen kardeşler; aralarındaki sorunu anlatırken birisi diyor ki: Benim bir tanecik koyunum var. Onun ise 99 tane koyunu var. Buna rağmen bendeki tek koyunumu da almak istiyor" Ve ayrıntı olarak “Aramızda konuyu tartıştık ve o üstün geldi” diye de belirtiyor. Ki burası çok önemli... Davud ise “Ant olsun ortaklar zaten birbirine haksızlık yapar, o sana haksızlık etmiş, koyunu senden istememeliydi” şeklinde peşin bir hüküm veriyor. Ve ardından yaptığı hatanın farkına varıyor… Af diliyor.

 

Hata nerede?

 

Adam; 99 koyun sahibi olmak veya zenginliği sebebiyle suçlu sayılabilir mi? Ama suçlu olduğunu düşündünüz. Tek bir koyunu olmak ya da fakir olmak kişiyi haklı edebilir mi? Ama haklı olduğunu düşündünüz. Neden 99 koyunu olan adam haksız olsun? Zorbalıkla mı almak istemiş? Koyunları çalıp hırsızlık yaparken mi yakalanmış? Amacı neymiş? Niyeti ne? Belki diğer kardeş koyununa iyi bakamıyor. Şartları uygun değil. Hem o koyunun tek başına yaşamasındansa sürüyle birlikte olması koyun açısından daha iyi değil mi? Neden o can tek başına yaşamak zorunda kalsın? Adam türlü niyetlerle koyunu istiyor olabilir?  Neden haksızlık yapmış olsun? Kimse bunu sorgulamaz mı? Görünen ile amel edilmeyeceğini; niyetlerin her daim başka olabileceğini bilmez miyiz? Adalet görünenle mi hâsıldır? Yoksa niyet midir esas olan? 

 

Bizler görüntüden, şekli şemailden yola çıkarak etrafımızdaki olayları değerlendirebiliyoruz. Hatta sadece duyumlar üzerinden bile hüküm verebiliyoruz. Tüm bunlar aldatıcı olabilir.  Bu hataya düşmemek adına ölçü ve tartıyı sağlam tutmalı, olay ve kişileri değerlendirirken madalyonun öteki yüzünü de görmeye çalışmalıyız. Ve karar için muhakkak Allah'tan adaletin ilhamını istemeliyiz. Aksi halde adaletsiz her hükmümüz kendi kalemimizi kırmak olacaktır…

Selam vermek

“Selam” sözcüğünü birçokları sevmez, benimsemez. Bunun yerine “Merhaba” demeyi tercih ederler.  Bunun birçok sebebi olmakla birlikte; yıllardır sürdürüle gelen Arap toplumuna karşı düşmanlık ve haliyle Arapça bir kelime kullanmayı tercih etmemek en çok rastlanan etkenler arasındadır. Tabi burada kaçırılan yer; “Merhaba” sözcüğünün Arapça olduğudur. “Selam” ise İbrahim nebi ve diğer öncekiler tarafından da kullanılmıştır.

 

Hatırlarsanız İbrahim nebi Anadolu topraklarından sonra ıssız ve kurak topraklara varıp; oğlu İsmail’i oraya yerleştirmiş ve bir milletin oluşumunu başlatmıştı. Yani Arap toplumundan önce de var olan bir kelimedir selam sözcüğü... Marslılar da “selam” der, Jüpiterli, Neptünlü Cinler de... Güneş sistemini geçtim; meleklerin ve cennet gezegenlerindeki halkların da sözcüğüdür; selam...

 

·       Ne boş bir laf işitirler orada ne de günaha sokacak bir şey. Sadece “selam, selam” denir. (Vakia)

 

Sözü açılmışken; yanlış bir inanış hakim. Sanılıyor ki cennette Arapça konuşulacak. Bu bilgi uydurulmuş bir hurafedir. İlahi kitap bize böyle bir şeyden bahsetmiyor. Dünyada yaşarken kullandığımız diller olmayacaktır orada. Yeni bir beden, yeni bir kimlik, yeni bir gezegen ve doğa olacakken; aramızda anlaştığımız diller de yeni olacaktır.

 

"Selam" demek emniyet, huzur, esenlik demektir. Selam vermek karşınızdaki insana güzellikler, hayırlar dilemektir. "Selam"; Allah’ın esmasıdır. O’nun verdiği büyük bir lütuftur. Zira selamlaşmak hem Allah’ın anılmasına vesile olmuş olur. Hem bireylerin emniyet ve huzur içerisinde yaşayabilmesine… Selam sözcüğünü ne “Merhaba” ile mukayese edebiliriz. Ne “Hello” ile ne “Privet” sözcükleriyle… Bunların hepsi sıradan bir merhabadan öteye gidemez. Oysa “Selam” bambaşkadır.

 

·       Sana geldiklerinde, seni Allah'ın selamlamadığı biçimde selamlıyorlar. Kendi içlerinde ise şöyle diyorlar: "Söylediğimiz şey yüzünden Allah bize azap etse ya!" (Mücadele)

 

İlahi kitapta “selam” konusuna sıklıkla dikkat çekilir. Örneğin konuk olduğunuz eve girerken muhakkak selam verilmesi gerektiğini söyler.

 

·       Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahipleriyle kaynaşıp izin almadan, bir de ev sakinlerine selam vermeden girmeyin! Düşünüp taşınmanızı sağlamada bu sizin için daha hayırlıdır. (Nur)

 

Bir başka örnek verecek okursak;

 

·       Bir selam ile selamlandığınızda, onun daha güzeliyle yahut aynısıyla karşılık verin. Hiç kuşkusuz Allah Hasîb'dir, her şeyi güzelce hesaplamaktadır. (Nisa)

 

Büyük sırlar var “selam” sözcüğünde...

 

·       Evlere girdiğinizde, Allah katından bir esenlik, bir bereketlilik, bir temizlik dileği olarak kendinize de selam verin.

 

Görüldüğü üzere “Selam” sadece başkalarıyla karşılaştığımızda söylenen bir kelime değildir. Kendimize dahi bir esenlik, bereket ve temizlik dileği olarak verilmeli, söylenmelidir. Demek oluyor ki Selam vermek gerçekten büyük bir dua, büyük bir rahmet kapısıdır. “Aranızda selamı yaygınlaştırın” buyurmuş âlemler nebisi… O halde aramızda selamı yaygınlaştıralım… Sadece tanışlarımıza değil; tanımadığımız insanlara da “Selam” diyelim. Onlara iyilik ve huzur dileğinde bulunalım. Akşama kadar kimleri görürsek daima hayırla yâd edelim. “Selam sana” diyerek Allah’ı hatırlatalım. Hem böylesine toplumlara gaflet uykusu kolay kolay çökmez. İnsanları hep diri / uyanık kalır. Akıl ve kalpler temiz olur. Bir selam vermekten ne olacak demeyin. Bilsek ki ne büyük bir kelime dilden düşmez. Çiçeğe selam deriz, böceğe selam deriz… İşte o vakit dünya bir başka olur.


Mehmet Çobanoğlu 

 

8 Ağustos 2024 Perşembe

Tanrı ve Allah

 “Tanrı” ve “Allah” kelimeleri her ne kadar aynı şeyi açıklar diye düşünülse de; ifade ettiği anlam bakımından birbirinden olabildiğine farklıdır. Bırakın farklılığı aynı kategoride değerlendirilemez bile! Zira biri yaratılanı açıklar. Diğeri yaratanı...


Öncelikle Tanrı kavramını ele almalıyız. Tanrıdan kasıt Allah olamaz. Nitekim Allahlar yoktur. Ama Tanrılar vardır... Öte yandan Tanrı erildir ve bir de dişil Tanrıçalar vardır. Oysa Allah bunlardan beridir. Tektir ve dengi, benzeri olmayandır. Tanrılar doğar ve ölebilir. Allah ise ilktir, sondur. Doğmamış, doğrulmamıştır.


Tanrı veya Tengri kelimelerini  de doğru anlamak gerekir. Mitolojik çağlarda veya Orta Dünya olarak değerlendirebileceğimiz dönemlerde dış dünyalardan gezegenimize gelip giden kimseler Tanrı olarak değerlendirilmiştir. İnsandan farklı beden ve yetiler sahibi bu ziyaretçiler; icabında Jüpiterden Zeus olmuş, icabında Venüsten Afrodit, Satürnden Kronos vs... Velhasıl öte âlemlerden dünyamıza gelip gidenler Tanrılar olarak isimlendirilmiştir. Mistik çağlara göre yakın diyebileceğimiz İsa Mesih döneminde de böyle olmuş. Hem Cebrail, hem İsa; Tanrı ve Tanrı oğlu olarak anılmıştır. Lakin onlar da yaratılanlardır. Oysa Allah; yaratıcıyı ifade eder. Allah tektir. Birdir! 


Şunu da eklemek isterim ki; "Allah" kelimesi Arapçaya ait bir kelime değildir. Hiçbir dile ait değil.  Dünya ötesi diğer âlemlerde de O; "ALLAH" lafzıyla anılır... Tüm yaratılmışın diliyle O Allah'tır... 


Selam ile kalın

Mehmet Çobanoğlu